this is a film / arizona dream / chevengur

… ama zahar pavloviç’in tanıdığı mutevolu bir balıkçı vardı ki, önüne gelene ölümü sorar, merakından dertlenirdi; bu balıkçı her şeyden çok balığı severdi, yiyecek olarak değil de, ölümün sırrını şüphesiz bilen özel bir varlık olarak. zahar pavloviç’e ölü balıkların gözlerini gösterir ve şöyle derdi: “bak – akıl deryası. balık yaşamla ölüm arasında durur, o yüzden hem dilsizdir, hem de bakışı ifadesiz; bir danayı al misal, o bile düşünür, ama balık düşünmez – o her şeyi zaten bilir.” …

ee bu ‘this is a film‘!

amerikan rüyası, emir kusturica, goran bregoviç, iggy pop!.. bu anahtar kelimeler, ‘okuyacaklarım‘ listeme bir şekilde girmiş olan çevengur adlı andrey platonov romanının daha ilk sayfalarında, yukarıdaki satırları okurken aklıma hep birlikte hücum ediverdi. devamını oku

papaz stefanos’un cüppesi

“…
en önde, yağlı cüppesi ve dipsiz cepleriyle papaz stefanos yürüyordu. dualarda, ayinlerde, düğünlerde, vaftizlerde cep diye taşıdığı bu dipsiz çukurlara, kendisine ne sunulursa, kuşüzümü, simit, peynirli pideler, hıyarlar, köfteler, koliva, şeker, hepsini karmakarışık atardı; akşamüstü de, papazın ihtiyar karısı, geveleye geveleye bunları ayıklardı.
…” devamını oku

ölesiye hiçlik..

“… Galiba, tek çıkar yol sana durup dinlenmeden yazmak. Hoş, bütün işim, seni düşünmek ya! Bu bok soyu alışkanlıklar, töreler, günah sevap ve ayıplar köleliği olmasa… Bütün tedirginliğimiz bundan. Bundan, yüzünü hayalledikçe ağzımın acılaşması. Şiirimdeki korkunç çırpınış, doymazlığım ve ölesiye beni terk etmeyecek hiçlik… Tanrıların beni kandırabilmelerini isterdim yahut ölümün anlamlı bir nen olmasını. …”

leylim leylim  –  ahmed arif‘ten  leylâ erbil‘e  mektuplar

hayvan çiftliği / napoléon

ütopya/distopya dünyasından elime aldığım son roman, meşhur bir sosyalizm eleştirisi olan ‘hayvan çiftliği‘ idi, bir solukta sonuna vardım diyebilirim. hikayenin özeti; efendi‘nin sömürüsüne başkaldırarak çitlik yönetimini ele geçirip devrim yapan hayvanların, bir süre sonra domuz önderleri napoléon‘un sömürüsüne maruz kalmaları; üstelik eski efendi’ninkinden daha şiddetli bir sömürüye…

şu kısa bölümse nedense pek dikkatimi çekti; zaman/mekan bağımsız, evrensel ve şuursuz bir  iktidar yalakalığı  ve  iktidar kibrinin  olduğunu, hep de olacağını özetliyor gibi: devamını oku

ben, dünyada

adını yakın zamanda ilk kez duyduğum bir yazar william saroyan. birçok öyküsünü okudum, sevdim ve okumaya devam ediyorum. aşağıdaki alıntı, ‘ben, dünyada (myself upon the earth)‘ adlı öyküsünden:


Ben bir öykücüyüm ve tek bir hikâyem var: insan. Bu basit hikâyeyi, güzel yazma kurallarını, kompozisyon numaralarını bir kenara bırakarak kendimce anlatmak istiyorum. Söyleyecek sözüm var ve Balzac gibi konuşmak arzusunda değilim. Ben sanatçı değilim; medeniyete de gerçekten inanmıyorum. İlerlemeye zerre kadar hevesli değilim. Büyük bir köprü yapıldığında sevinmiyorum, uçaklar Atlantik’i geçince, “Aman ne müthiş!” diye düşünmüyorum. Ulusların kaderiyle ilgilenmiyorum ve tarih beni sıkıyor. Tarihi yazanlar ve onlara inananlar, tarih derken neyi kastediyorlar? Nasıl olmuş da insan denen o mütevazı ve sevimli yaratık tiksindirici belgelerin maksatları doğrultusunda istismar edilmiş? Nasıl olmuş da insanın mahremiyeti yok edilmiş, dindarlık hisleri iğrenç bir cinayet ve yıkım kargaşasıyla birleştirilmiş? Ben ticarete de inanmıyorum. Bütün makineleri hurda yığını olarak görüyorum, hesap makinesini, otomobili, lokomotifi, uçağı ve evet bisikleti de. Yolculuğa, insanın bedenini alıp bir yerlere gitmesine inanmıyorum, şu ana kadar acaba kimse bir yere gitmiş mi merak ediyorum. Siz hiç kendinizi terk ettiniz mi? Zihnin bir insan ömrü boyunca yaptığı yolculuktan daha muazzam ve ilginç bir yolculuk var mı? Sonu ölüm kadar güzel başka bir yolculuk var mı?

William Saroyan / ‘Ben, Dünyada’ adlı öyküden alıntılanmıştır / Yetmiş Bin Süryani / Aras Yayıncılık

aklıma düşen balıklar

kılıçbalığının öyküsü, ikide bir aklıma düşüyor bugünlerde; içimden ezbere bildiğim kısımlarını okuyup duruyorum. durduk yere düşmedi aklıma tabi muhtemelen, öyle tahmin ediyorum ki yakın zamanda okuduğum küçük kara balık ‘ın hikayesi tetikliyor bu durumu. bu hikayede her ne kadar küçük kara ve kılıç balıkları birbirlerine düşmanlarsa da kılıçbalığının da ayrıca bir öyküsü olduğunu unutmamalı:

-balık ağzı-

“…
bu bir kılıçbalığının öyküsü
yazılmasa da olurdu
ama bizi yeni sulara götürecek akıntı durdu
uskumrunun arkasından gidiyorduk
sürünün içinde ben de vardım devamını oku

aylaklık

aylak adam ‘ı okurken, ekmek elden su gölden bir hayatın bana çok uygun olduğunu farkettim 🙂 son birkaç(!) aydır içinde bulunduğum durum, aylaklığın beni çok rahatsız etmeyebileceğini gösteriyor-romandaki aylağı rahatsız etmesinin aksine(sıcak bir pazar günü, kahvaltı masasından anca öğleden sonra kalkabilip gönül rahatlığıyla evde miskin miskin yayılabilmemi de başka bir destek sayabilirim bu tahminime). tabii ben biraz sağlamcı bir insan olduğum için, gelir kaygımın olmadığı bir aylaklıktan bahsediyorum.

aylak adam ‘ın aylağı olan c. ‘nin kafası ‘ndan birkaç alıntı: devamını oku

bu dağlarda bin kere ölmeden bir kere dirilemezsin…

öldürdükçe daha kötüsünün geldiğini gördü memed; artık bunu ilk farkettiği zamanki kadar yormuyordu kafasını. bunu bile bile mücadeleye devam etmeyi kabullenmişti. bir efsaneye dönüşerek ezilenlerin umudu haline gelmişti; köylüler bu eşkıyayı yücelttikçe yüceltmiş, ermiş mertebesine çıkarmışlardı. ince memed, köylünün bir jandarmadan, bir eşkıyadan yana olan tavırlarının değişip, artık ölümleri pahasına da olsa memed’den/umuttan yana olduklarını görünce, iyice ezilmeye başlamış, neredeyse hiç sorgusuz bir şekilde mücadeleye devam etmeyi benimsemişti. devamını oku