hayvan çiftliği / napoléon

ütopya/distopya dünyasından elime aldığım son roman, meşhur bir sosyalizm eleştirisi olan ‘hayvan çiftliği‘ idi, bir solukta sonuna vardım diyebilirim. hikayenin özeti; efendi‘nin sömürüsüne başkaldırarak çitlik yönetimini ele geçirip devrim yapan hayvanların, bir süre sonra domuz önderleri napoléon‘un sömürüsüne maruz kalmaları; üstelik eski efendi’ninkinden daha şiddetli bir sömürüye…

şu kısa bölümse nedense pek dikkatimi çekti; zaman/mekan bağımsız, evrensel ve şuursuz bir  iktidar yalakalığı  ve  iktidar kibrinin  olduğunu, hep de olacağını özetliyor gibi: devamını oku

ayıklamak – ahmet altan

lafmacun ‘da rastladım da bu yazıya.. hoşuma gitti, bi bahsedeyim ben de dedim.. hem de günlük paslanmasın bu sayede, arada çalışsın alıntılarla falan olsa da..

ben bi miktar alıntı yaptım yazıdan sadece, gerisini okumak isteyen kaynağından okusun tamamını..

 

ayıklamak

” … üstelik öldürüp de yemiyorlar birbirlerini.
karınlarını doyurmak için ceylanları yiyen aslanların mazeretine benzer bir mazeretleri yok.
öyle öldürüyorlar.
birbirlerinin topraklarını almak istiyorlar.
alıyorlar.
sonra ne oluyor?
başkası da gelip onlardan alıyor.
bayraklar çekiliyor, trampetler çalınıyor, marşlar söyleniyor ve sonra ölünüyor.
insanlar ölüyor, sınırlar sürekli değişiyor.
bu, binlerce yıl devam ediyor.
akıllıca mı sizce?
bence değil. …”

“… kendilerinden ve tarihlerinden “yüce, ulu, şanlı” gibi sözlerle bahsediyorlar.
istisnasız her “küme” kendisinin en değerli, en şanlı olduğuna inanırken, nasıl olup da bütün kümelerin “en” muhteşem olabileceğine dair bir kuşku beslemiyorlar.
zaten böyle konularda kuşkulanmayı da yasak ediyorlar. …”

“… yüz kişinin sığacağı arazide bir kişi oturuyor.
yüz kişi de dar bir yere sığışmaya çalışıyor. …”

“… neredeyse hepsi aynı “tanrıya” inanıyor.
tanrılarına ibadetleri birbirinden farklı.
“senin ibadetin kötü” deyip birbirlerini gene öldürüyorlar.
üstelik de hepsinin tanrısı aynı emri verdiği, “sakın öldürmeyin” dediği halde.
tanrıyı çok sevdikleri için tanrının emrini dinlemiyorlar. …”

ahmet altan

 

milletim nev-i beşerdir, vatanım ruy-i zemin..

haluk ‘un amentüsü

bir yaratıcı güç var, ulu ve akpak,
kutsal ve yüce, ona vicdanla inandım.

yeryüzü vatanım, insan soyu milletimdir benim*,
ancak böyle düşünenin insan olacağına inandım.

şeytan da biziz cin de, ne şeytan ne melek var;
dünya dönecek cennete insanla, inandım.

yaradılışta evrim hep var, hep olmuş, hep olacak,
ben buna tevrat’la, incil’le, kuran’la inandım.

tekmil insanlar kardeşi birbirinin… bir hayâl bu!
olsun, ben o hayâle de bin canla inandım.

insan eti yenmez; oh, dedim içimden, ne iyi,
bir an için dedelerimi unuttum da, inandım.

kan şiddeti besler, şiddet kanı; bu düşmanlık
kan ateşidir, sönmeyecek kanla, inandım.

elbet şu mezar hayatı zifiri karanlığın ardından
aydınlık bir kıyamet günü gelecek, buna imanla inandım.

aklın, o büyük sihirbazın hüneri önünde
yok olacak, gerçek dışı ne varsa, inandım.

karanlıklar sönecek, yanacak hakkın ışığı,
patlayan bir volkan gibi bir anda, inandım.

kollar ve boyunlar çözülüp, bağlanacak bir bir
yumruklar şangırdayan zincirlerle, inandım.

bir gün yapacak fen şu kara toprağı altın,
bilim gücüyle olacak ne olacaksa… inandım.

tevfik fikret

* milletim nev-i beşerdir, vatanım ruy-i zemin.

uyuyamayacaksın..

son bi kaç gecedir televizyonda, memleketteki kargaşayla-malum sebepten kaynaklanan- ilgili o kadar çok haber/program gördüm ki, hiç birini de adamakıllı baştan sona izlemememe rağmen, aklıma ikide bir şu şiir geldi, yazayım dedim:

telgrafhane

uyuyamayacaksın
memleketinin hali
seni seslerle uyandıracak
oturup yazacaksın
çünkü sen artık o eski sen değilsin
sen şimdi ıssız bir telgrafhane gibisin,
durmadan sesler alacak
sesler vereceksin
uyuyamayacaksın
düzelmeden memleketinin hali
düzelmeden dünyanın hali
gözüne uyku girmez ki
uyumayacaksın
bir sis çanı gibi gecenin içinde
ta gün ışıyıncaya kadar
vakur metin sade
çalacaksın.

melih cevdet anday

propaganda

bu akşam televizyonda propaganda filmi vardı.. sırf bi repliği duymak için filmi neredeyse yarısına kadar tekrar izledim.. hangi replik? gümrük muhafaza müdürü mehdi(kemal sunal) ve arkadaşı rahmi miydi bahri miydi neydi işte metin akpınar ‘ın oynadığı adam(ne çabuk unuttum bea) yeni çekilmiş olan dikenli telin dibinde; biri, sınırın sağ yanında, öteki, sol yanında oturuyorlar.. rahmi diyelim onun adına 🙂 başlar konuşmaya:

-ne kaddar güzel bir gümrük muhafaza müdürlüğü binası yaptın mehdi..

-ve ne kaddar güzel bir sınır çizgisi çizdin..

-ve ne kaddar güzel bir dikenli tel çektin..

-ve ne kaddar güzel geçemeyecağız öyle mi? :))

+he, aynen öyle..! devamını oku

bazı bazı, bazı yerlerde daha güzeldir gökyüzü..

“gökyüzü her yerdedir.” yıldızlar da. bunu ya da benzer bi dizeyi bi yerden hatırlıyorum ama nereden..? gökyüzü her yerdedir doğru ama aynı gökyüzü bazı yerlerde daha güzeldir; daha doğrusu, bazı yerlerde göğü seyretme fırsatın vardır.. nasıl mı? bahçeye inersin gecenin bi yarısı; iyi de kış günü, gecenin bi yarısı niye bahçeye çıkarsın? çünkü tuvalet bahçededir-iyidir de aslında bi bakıma tuvaletin bahçede olması ya her neyse konu o değil şimdi, daha sonra daha uygun bi başlıkta, daha detaylı incelerim onu da-.

 gecenin bi yarısı bahçeye çıkıp, gözlerini göğe dikmiş yıldızları seyrederken, havadan soğuk ve temiz bi nefes çekebilme şansın/ihtimalin işte sırf şu tuvalet olayından ötürü daha yüksektir.. temiz hava, yıldızlar filan derken; ilerleyen saatler için hava tahmininde bile bulunursun hem; çok soğuk ve bulutsuzsa gökyüzü, ‘hava güneşli ama buz gibi olacak’ dersin; ılık bi rüzgar hafiften esiyorsa ve biraz da bulutluysa gökyüzü, ‘kesin yağmur yağacak’ dersin..

 yaz gecesi olsa, ‘niye bahçedesin gece yarısı’ diye sormaya gerek bile yoktur çünkü zaten bahçede uyuyorsundur ve hatta yıldızların durgun görüntüsünden bıkkınlık bile gelmiştir.. bazı yerlerde daha berraktır gökyüzü, o yerlerde gökyüzü o yüzden daha farklıdır; yapay ışınlarla kirlenmemiştir, yıldızlar her yerde gözükmezken, oralarda gözüküyordur; sırf bu yüzden güzeldir bazı yerler..

israfil kim ola ki ?

daha önce başka bi yerde israfil ile ilgili yazdığım bi yazıydı:

” beklemekten sıkıldığını düşündüğüm melek.. umarım fazla uykucu değildir de sura üflemesi emredildiğinde duyar sesi.. belki de yüzyıllardır emir veriliyordur da duyumuyordur israfil.. zira kıyamet için dünyanın en kötü hali bekleniyorsa, daha ne olacaktır, daha ne beklenmektedir..

hoşgörünün olmadığı bir dünyanın mahvı gelmiştir zaten.. illa ki güneşin tersten doğmasını beklemek gerekmez.. niye uyuluyor hala bu prosedüre? insanlar sokak ortasında kalleşçe hem de arkadan vurulabiliyorlarsa, güneşleri zaten tersten doğmuş demek değil midir? varsın sura üflemesin israfil, kıyamet zaten yanıbaşımızda yaşanmamakta mıdır? israfil ‘in çıkıp da kral çıplak demesini beklemeye gerek var mıdır? insanlar idrak edemiyor mu bunu? salak mı ki bu insanlar? bağdat ‘da masum bi insan öldürüldükten sonra, newyork ‘da bi gökdelende yaşamalarının hala anlamı mı var bu götlerine gökdelen giresice insanların? eğer öyleyse biz bunlara nasıl insan diyebiliriz? biz kendimize nasıl insan deriz bu durumda? “dünyanın herhangi bi yerinde bi suç işlendiğinde kendimi sorumlu tutuyorum” diyen dostoyevski insansa eğer, ben kendime nasıl insan derim; umarsızca, sadece menfaatlerim için çırpınırken?

israfil varmış ne olmuş, yokmuş ne olmuş.. gereksiz bi kadro işte.. biz sağır olduktan sonra sur ne fayda? “