paul lafargue‘den “tembellik hakkı“nı okuduktan hemen sonra bertrand russell‘dan “aylaklığa övgü“yü okudum ve şu anda ilgili bakanlığa, çalışma saatlerinin azaltılması hususunda mühim bir dilekçe yazıyorum…
aylaklığa övgü‘de not almaya üşenmediğim birçok (uzun, çok uzun, kaçın) parça oldu, yine üşenmeden buraya da ekliyorum, ara ara denk gelince “vay be, bak sen, hele hele” demek için…
…ortaçağ’da kilise sadece katedraller değil, bizim modern ihtiyaçlarımızla daha yakın ilişkili, başka cins yapılar da kurdu: manastır kiliseleri, kadın ve erkek manastırları, kolejler. bunlar yapılırken sınırlı bir komünizm biçimi ve barışçı bir toplum yaşayışı göz önünde bulunduruluyordu. bu yapılarda bireysel olan her şey kaba, gösterişten, süsten yoksun ve sade, komünal olan her şey ise gösterişli ve heybetliydi. birey olarak keşişin alçakgönüllülüğünü katı döşekli çıplak bir hücre doyuruyor, tarikat gururunu ise geniş ve görkemli salonlar, dua yerleri ve yemekhaneler gözler önüne seriyordu…
mimarlık ve toplumsal sorunlar / aylaklığa övgü / bertrand russell
…diktatör üzerinde rol oynayan tinsel etki ise, komünistlerle faşistlerin gerektiği kadar üzerinde durmadıkları bir başka husustur. eğer diktatör zaten insan sevgisi kıt bir kimseyse, daha başlangıçtan itibaren gaddar kesilecek ve kişilik taşımayan amaçları uğruna hiçbir zulümden çekinmeyecektir. kuramın zorlaması altında insanlara getirdiği mutsuzluklar dolayısıyla başlangıçta biraz ıstırap çekebilecek bir tipse, ya yerini kendisinden katı başka birine bırakmak zorunda kalacak, ya da insani duygularını boğacaktır ki, bu takdirde, böyle bir iç mücadele geçirmeyen bir kimseden daha da zalim bir insan olup çıkacaktır. her iki halde de hükümet, iktidar aşkını şu ya da bu tip toplum isteği şeklinde kamufle eden amansız bir adamın eline kalacaktır. diktatörlüğün başlangıçtaki amaçlarında iyi diye ne varsa despotizmin kaçınılmaz mantığı dolayısıyla bunların tümü yok olacak ve dikta iktidarını koruma amacı, devlet mekanizmasının yalın amacı olarak gitgide daha güçlü bir biçimde ortaya çıkacaktır…
scylla ve charibdys ya da komünizm ve faşizm / aylaklığa övgü / bertrand russell
aile gibi küçük grupların önemi kaybolmaktadır, öte yandan geleneksel töre kurallarının hesaba aldığı sadece bir tek büyük grup vardır, o da ulus, ya da devlettir. dolayısıyla, zamanımızın etkili dini, sadece geleneksel olmadıkça, yurtseverlikten ibarettir. ortalama olarak insan, canını yurduna feda etmeye hazırdır ve bu törel yükümlülüğü öylesine emredici sayar ki, buna başkaldırma düşüncesi ona tamamıyla olanak dışı görünür…
batı uygarlığı / aylaklığa övgü / bertrand russell
yurt – birçok zamanlarda ve birçok yerlerde yurtseverlik tutkulu bir inanç olagelmiş ve en iyi kafalar bu inancı tamamıyla onaylamışlardır. bu, shakespeare zamanında ingiltere’de de böyleydi, fichte zamanında almanya’da da böyleydi, mazzini zamanında italya’da da böyleydi. daha hâlâ polonya’da, çin’de, dış moğolistan’da böyledir. bu inanç, batı ulusları arasında hâlâ son derece güçlüdür; bu inanç, siyaseti, kamu harcamalarını, askeri hazırlıkları vb. kontrolünde tutmaktadır. ne var ki, aydın gençlik bunu elverişli bir ülkü olarak kabul edememektedir, gençlik bu inancın, baskı altındaki uluslar için uygun olduğunu, ama baskı altındaki uluslar baskıdan kurtulur kurtulmaz, daha önce kahramanca olan milliyetçiliğin hemen baskıcı hale geldiğini anlamış bulunuyor. “ağlayan, ama istediğini alan” maria teresa’dan beri ülkücülerin sempatisini kazanmış olan polonyalılar, özgürlüklerini ukrayna’da baskı kurma yolunda kullanmışlardır. ingilizlerin sekiz yüzyıldan beridir uygarlığı zorla öğrettiği irlandalılar, özgürlüklerini birçok iyi kitabın yayınlanmasını önleyecek yasalar çıkarma yolunda kullanmışlardır. polonyalıların ukraynalıları, irlandalıların da edebiyatı katledişleri karşısında milliyetçilik, ufak bir ulus için bile biraz uygunsuz bir ülkü olarak görünmektedir. ama iş güçlü bir ulusa geldi mi, kanıt daha da güçlenir. versailles andlaşması, hükümdarlarının ihanet ettiği ülküleri savunurken ölmemek talihine erenler için hiç de cesaret verici değildir. savaş sırasında militarizme karşı savaştıklarını bas bas bağırarak ilan edenlerin her biri, savaşın sonunda, kendi ülkelerinin en önde gelen militaristleri kesilmişlerdir. bu gibi gerçekler, yurtseverliğin çağımızın başlıca belası olduğunu ve eğer yumuşatılmazsa uygarlığı sona erdireceğini, bütün aydın gençler için apaçık kılmaktadır…
gençlerin kinizmi üzerine (1929) / aylaklığa övgü / bertrand russell
…atina gibi, floransa gibi küçük bir site devletinin ileri gelen bir vatandaşının kendini önemli bir kişi gibi hissetmesi o kadar zor olmazdı. o zamanlarda dünya evrenin merkezi, insanoğlu da yaratılışın amacıydı; o çağda yaşayan insan ise kendi sitesinin en mükemmel insanları barındırdığını, kendisinin ise, kendi sitesinin en mükemmel insanları arasında olduğunu düşünebiliyordu. bu durumda aeskilos ya da dante, kendi sevinç ya da üzüntülerini ciddiye alabilirdi. aeskilos da, dante de, tek tek insanların duygularının önem taşıdığı ve trajik olayların ölümsüz şiirle yüceltilmeye layık olduğu inancını besleyebilirdi. halbuki modern insan, bahtsızlığa uğradığı zaman, kendini istatistik toplamın bir parçası gibi hisseder; geçmiş ve gelecek onun önünde, saçma ve önemsiz yenilgilerin meydana getirdiği ürkütücü alaylar halinde uzar. insanoğlunun kendi de, sonsuz sessizlikler arasında kısa bir süre için bağırıp çağıran, yaygaralar koparan az çok saçma, çalımlı bir hayvan gibi görünür. kral lear, “gerekli ihtiyaçları sağlanmamış insan, zavallı, çıplak, oklanmış bir hayvandan farksızdır,” der ve bu fikir alışılmamış bir şey olduğundan onu deliliğe sürükler. ne var ki, bu fikir modern insan için alışılmış bir şeydir ve onu sadece saçmalığa sürükler…
gençlerin kinizmi üzerine (1929) / aylaklığa övgü / bertrand russell
…amerika insan yapısı bir dünyadır; daha da önemlisi, amerika, insanların makinelerle yaptıkları bir dünyadır. bunu söylerken sadece fiziksel çevreyi değil, aynı zamanda ve en aşağı fiziksel çevre kadar, düşünceleri, duyguları da hesaba katıyorum. heyecan verici bir cinayeti düşününüz: gerçi cinayeti işleyenin kullandığı yöntem çok ilkel olabilir, ama o cinayeti işleyenin bunu nasıl yaptığıyla ilgili haberi yayanlar, bu yayma işini teknolojinin en son yeniliklerinden, olanaklarından yararlanarak yaparlar. yalnız büyük şehirlerde değil, aynı zamanda en ıssız çiftliklerde, dağ başlarındaki madenci kamplarında bile radyo en son haberlerin hepsini yayar, bu yüzden de falan ya da filan gün bütün ülke yüzeyindeki her evdeki konuşma konuları aynıdır. bir trenle kaliforniya ovalarını geçerken bir sabun reklamının hoparlörden yükselen gürültüsünü duymamaya çalışıyordum; o sırada yaşlı bir çiftçi güleç bir yüzle yanıma yaklaşarak, “bu zamanda nereye gidersen git, uygarlıktan yakanı kurtaramazsın,” dedi. heyhat! ne kadar doğru! virginia woolf’u okumaya çalışıyordum ama sabun reklamı galip geldi ve günümü yedi.
hayatın fiziksel aparatında birörneklik pek vahim bir sorun olmayabilir, ama düşünce ve fikir alanlarında birörneklik çok daha tehlikelidir. bununla birlikte, düşünce ve fikir birörnekliği, modern icatların hemen hemen kaçınılmaz bir sonucudur. üretim, birleşmiş ve büyük ölçüde olduğu zaman, ufak ünitelere bölünmüş durumdakinden daha ucuzdur. bu kural topluiğne üretimi için ne derece geçerliyse, fikir üretiminde de aynı derecede geçerlidir. bu aygıttan gittikçe daha çok yararlanıldığı için, ilkokullardaki öğretim de ister istemez gitgide daha çok standart hale getirilmek zorunda kalıyor. öyle sanıyorum ki, gerek sinemanın, gerek radyonun yakın gelecekte okul eğitiminde oynadığı rolün hızla artacağı düşünülebilir. bu demektir ki, dersler bir merkezde hazırlanacak ve bu merkezde hazırlanan malzemelerin kullanıldığı bütün okullarda tamamıyla aynı olacaktır. bana söylediklerine göre, bazı kiliseler, az eğitim görmüş bütün papazlarına her hafta bir vaaz örneği yolluyorlarmış; eh, eğer doğanın bilinen yasaları bu papazlar için de geçerliyse, bunların, kendilerini vaaz kaleme alma derdinden kurtaran bu vaaz örneği için müteşekkir kaldıklarına hiç kuşku yoktur. bu model vaaz, pek tabii, günün en can alıcı konularına eğilmekte ve bir ucundan öteki ucuna kadar bütün ülkede belirli bir yığın heyecanı yaratmayı hedef tutmaktadır. aynı şey daha da fazlasıyla basında olmaktadır; basın her yerde aynı telgraf haberlerini almakta olup, geniş çapta sendikalaşmıştır. kitaplarımla ilgili eleştirme yazılarının, kaymak tabakadan gazeteler dışında new york’tan san francisco’ya ve maine’den texas’a kelimesi kelimesine birbirinin aynı olduğunu gördüm, yalnız şu farkla ki, kuzeydoğudan güneybatıya doğru gidildikçe yazıların boyu kısalıyordu…
modern türdeşlik (1930) / aylaklığa övgü / bertrand russell
bilgimiz arttıkça, birbirimize daha çok zarar verebileceğiz. insanoğulları eğer birbirlerine karşı duydukları garez dolayısıyla öfkelerine kapılıp da, böceklerin ve mikroorganizmaların yardımına başvurmaya kalkışırsa -ki, bir büyük savaş daha çıkarsa böyle yapacakları muhakkaktır- o savaşın biricik galibi olarak ayakta sadece böceklerin kalması hiç de olanak dışı değildir. kosmos açısından bakıldığında belki de buna üzülmemek gerekir; ama bir insan olarak, hemcinslerim hesabına göğüs geçirmekten kendimi alamıyorum…
böceklere karşı insanlar (1933) / aylaklığa övgü / bertrand russell
saygıdeğer bede, kuyrukluyıldızların “krallıklarda devrimler çıkacağına, vebaya, savaşa, rüzgâra ya da sıcağa alamet” olduğunu söylemişti. john knox kuyrukluyıldızlara tanrısal öfkenin kanıtları gözüyle bakar, başka iskoç protestanları ise bunların, “katoliklerin kökünü kazıtması için krala bir ihtar” olduğunu düşünürlerdi. kuyrukluyıldızlar yönünden amerika, özellikle de new england haklı olarak ilgi çekici bir yerdir. 1652 yılında, tam ünlü mr. cotton’un hastalandığı sırada bir kuyrukluyıldız görülmüş ve o ölünce kaybolmuştu. aradan on yıl bile geçmeden, boston şehrinin günahkâr halkına, “şehvetperestlikten ve sarhoşluk yoluyla, yeni moda elbiseler giymek yoluyla tanrının salih mahlukatına karşı küfürde bulunmaktan” vazgeçmelerini ihtar için, bir kuyrukluyıldız göründü…
kuyrukluyıldızlar üzerine / aylaklığa övgü / bertrand russell